Bugünler tarihi günler. Yaşadıkça yazmak, kayda geçmek gerek. Unutmamak, unutturmamak, iyice aklımıza kazımak ya da sadece kendimize iyi gelsin diye yazmak lazım.
Benim jenerasyonum, çoğunlukla pesimisttir. Yani hep bardağın boş tarafını görür. Hoş bunun da sebepleri çoktur, bellidir. Hemen her konuşmamda yazımda söylüyorum ihtilal çocuklarıyız biz, bizi eze eze pesimist yaptılar. Pes ettirdiler. Hemen pes ederdik çoğunlukla, ‘tamam peki’ derdik. O yüzden bizden pek şahane ‘beyaz yakalılar’ çıktı. Emre itaat eden, talimatları uygulayan, efendi, söz dinleyen çocuklar… Çünkü biz daha çocuktuk Kenan Paşa vardı. Genç olduk Özal’ımız vardı. Elimize ekmeğimizi aldığımızda da ‘bu’ geldi başımıza. Ezildik de ezildik!
Ne yalan söyleyeyim, kendi adıma konuşmam gerekirse ben de o yakası beyaz, kafası önde, hatta sıklıkla kafası kredide, kartta, borçta, dolap beygiri misali ya da yeni nesil köstebek metro kafası takılıyordum.
Etrafta olan biteni görüyor ama ‘sıçtık artık bi’ bok olmaz memleketten’ diye hayıflanıyordum. Gezi için olaylar başlamadan çok önceden itibaren Taksim metro çıkışında dağıtılan kağıtları alıp, okuyor, kurulan imza masalarına gidip imza atıyor ama içimden en pesimist ruh halimle bizden bi bok olmaz, kesecekler bu ağaçları diyordum.
Sırrı Süreya Önder’i avuçlarım patlarcasına alkışladım. Ben!? A aaa? Ne oluyordu bana?
İnanmadım. İnanmıyordum. Olaylar başlamadan bir ya da iki gün önce Gezi Parkı’nda düzenlenen etkinliğe gittik eşimle. Müzikler, şarkılar, pankartlar arasında bir adam çıktı. “Bu ağaçlara dokunamayacaklar, buraya kışla yapamayacaklar, mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğiz” anlamında bir konuşma yaptı. Tam sözcükler bunlar olmayabilir. Aklımda, kalbimde kalanları yazdım.
Hatta bir de kızıp Facebook’ta paylaşım yapmıştım. CHP’ye kızmış, ‘utanın be! dün gece bir Kürt’ü alkışlattınız bana ya!’ diye çemkirmiştim. Hatırlayanlar vardır. Ama dedim ki eşime ‘nafile! kesecekler bu ağaçları, kahretsin ki yapacaklar ve biz hiç bir şey yapamayacağız.’
Nah kestiler! Bu da bana kapak oldu.
İki gün sonra çadırlar yandı. Gezi tüm haşmetiyle başladı. İnanamıyordum olanlara. Bir yandan 20 yaşında olmak için can atıyordum. Bir yandan da elimden ne geliyorsa tüm kalbimle, aklımla, varlığımla Gezi’deydim. Cihangir-Maslak-Cihangir rotasında atlatmadığım tehlike kalmadı. Göğsüme silah dayandı. Hayatımda silahla ilk kez karşı karşıya kaldım. Korkudan gerçekten altıma kaçırdım. Kabataş’tan Cihangir’e gaz yiye yiye merdiven tırmanırken dizlerimin artık 40’lı yaşları geçtiğini bana hatırlatmasını bile önemsemedim.
Her gece sevinçten ağladım. Apartmanımızın altını revire çevirdik, elimde avucumda ne var ne yoksa her şeyimle Gezi’nin bir parçası oldum. Ve o gençlere 18-20’lik gençlerin ışığına hayran kaldım.
Hatta jenerasyonuma da bir gurur vesilesi çıkardım. Bunlar bizim jenerasyonumuzun çocuklarıydı be! Helal olsundu bize. Yetiştirmiştik işte aslan parçalarını.
Gezi 2 ay sonra duruldu. Ama yaşadığım yer Taksim’de Gezi hiç bitmedi aslında. Biz faşizmi 8 haziran sabahına kadar iliklerimizde hissettik her nefes aldığımızda. Her markete, bakkala gittiğimizde, her sabah işe gitmek için metroya yürüdüğümüzde.
Gezi’de kaybettik dediler! “Yapabildi mi Topçu Kışlası’nı yapamadı. Kesebildi mi ağaçları kesemedi!” dedim hep. Gezi kazanmıştı bana göre. Daha da fazlası vardı da adını koyamıyordum bir türlü. Gezi bir şeyler yapmıştı. Ama ne?
Gezi aklımı aldı. İnsanlığımı, gerçek kimliğimi bana geri verdi.
Fikrim zikrim, bakış açılarım, insanlara, olaylara, hayata, siyasete bakış açım pek çoğumuz gibi Gezi’den Önce ve Gezi’den Sonra diye ikiye ayrıldı orta yerinden.
Gezi’de inanılmaz şeyler gördük. Bir kere olmuşun nasıl olmamış, olmamışın da nasıl olmuş gibi gösterildiğini uyandık. O kadar saçma olaylara tanık olduk ki kendi küçük dünyalarımızda, şaşıp kaldık. En azından ben öyle oldum. Şimdi ‘biz’ demeyeyim de ‘ben’ diyeyim. Kendi adıma konuşuyorum.
Gezi’den önce, bastırılmış, ezik, zayıf, kendini solcu sanan ama aslında solun kıyısından geçmeyen, sistemin düzenin adamı, beyaz yakalı, apolitik, rakı sofrasında çenesi düşen, entelektüel adı altında çok da sorgulamayan, ona dayatılanları kendi düşüncesiymiş zanneden, göt/şımarık reklamcı, bildiğin SALAK, EZİK, ZAYIF (daha sıfat bulacağım da abartmayayım) ama en önemlisi ve her şeyden önemlisi FAŞİST olduğumu anladım.
Faşistmişim! Resmen. Bana dayatılan ‘Kürt=Terörist”, “Kürt=Vatanı bölmek isteyen şerefsizler”, “Kürt=Bebek Katili” önermelerini çiğnemeden yutmuşum. İş görüşmelerine bile Ankara’nın doğusu doğumluları çağırmayan, “ay ırkçılık gibi olacak ama şu Kürtlere sinir oluyorum, defolup gitsinler be İstanbul’dan” diye konuşan birine dönüşmüşüm. Amma ağır yazmışsın, o kadar da değil diyebilirsiniz. He valla o kadar!
Bir gün, Demirtaş’ı TV’de gördüğümde kanalı değiştirmedim.
Kürttü ama ne söylediğini dinlemekle de PKK’lı olunmazdı di mi!? Bi dinleyeyim dedim. İyi ki de o gün dinledim. Sonrasında da hep dinledim. Kulak kesildim. Kürtler ne istiyor? HDP nedir? Mevzu Kürdistan mıdır? Bayrak’la mı dertleri? Güneydoğu’da bu insanlara ne yapıldı? Roboski neresi? Niye kıyamet kopartıyorlar? Buraya hepsini yazarsam kitaba dönüşecek bir yazı olacak bu… Bir yığın soru soru soru! Karşılığı net cevaplar.
Sonrasında aydınlanmaya başladım. Okudum, araştırdım. “Biz de okuduk, araştırdık diyebilir bana bu seçim süresince yaptığım paylaşımlardan dolayı çok ama çok kızanlar.” Desinler. Ben, önyargılarımdan sıyrılarak, sadece insan olduğumu hatırlayarak, kandırıldığımı kabul ederek, taraf tutmayarak baktım, okudum, sorguladım, anladım.
Biraz geç olmuş be!
Olsun geç olsun güç olmasın. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, benim ve dahi pek çok tanıdığım insanın sol parti zannettiği CHP, hiç beklemediğim bir şekilde faşistlerle iş birliği yapıp, bir de üstüne ‘tıpış tıpış’ hatta benim anladığım ifadesiyle ‘eşşek gibi’ bana oy vereceksiniz deyince bende şalter attı.
Demirtaş’ı iyice yakın takibe aldım. O zamanlar yazdığım ‘Dünyayı Rock’çılar Kurtaracak. Rock’çı olmakla Demirtaş’ın ne alakası var?’ başlıklı yazıyı da (yazının tamamını okumak için tıklayın) şöyle bitirdim:
“Ben rock’çıyım, hümanistim ve kesinlikle faşist değilim. Bu nedenle oyum Demirtaş’a.”
Kıyamet koptu etrafımda.
Yani ben onu kıyamet sanmışım. Asıl kıyamet 7 Haziran seçimlerinden önce kopacakmış. Haberim yokmuş. Meğer etrafımda, en yakınımda ne çok faşist varmış.
Burada küçük bir parantez açıyorum: Bizden önceki jenerasyon için yani anne-babalarımız için çok söylecek söz yok. Onların bildiklerini, inandıklarını, fikirlerini sorgulamak pek bize düşmüyor, ikna edilmeleri de (istisnalar hariç) zor.
Büyük güne doğru stres ve eleştiri dozu arttı.
Genel seçimler yaklaştıkça, özellikle Twitter’da ve Facebook profilimde yapacağım paylaşımlar konusunda takipçileri uyardım, yalan yok. Siyaset konuşabilirim dedim. Oysa çoğunlukla edebiyat, kitap yazardım. Böyle bir kararı niye verdim ve bunun altını nasıl doldurdum diye sorarsanız çok açık. Sadece benim kalıplardan ve klişelerden kurtulmam yetmiyordu çünkü. Beni tanıyan, seven, iyi kötü görüşlerime değer veren etrafımdaki insanların kafasını karıştırmak istedim.
“ya Ayşe bunları söylüyorsa bir durup bakmak lazım, ben tanırım bu kızı, çok şaşırtıcı yazdıkları, bu değişim nasıl oldu? Ne düşünüyor? Bir anlamaya çalışayım…” diyen eşe-dosta ulaşmaya çalıştım.
İşi biraz da popüler hale getirmek istedim ve Selahattin Demirtaş’ın kocaman bir bez posterini ‘Bizler Meclise’ diyerek iş yerindeki odama astım. Ama camdan sarkıtmadım, sarkıtamadım. Tedirginlikleri, endişeleri göz ardı etmedim. Buna saygı göstermek gerektiğini biliyordum/biliyorum.
Hatta o ara ‘Demirtaş’a RockStar muamelesi yapıyorum, evet!’ başlıklı bir yazı yazdım (yazının tamamını okumak isteyenler burayı tıklayın). Bu yazıyı hemen her fırsatta paylaştım, merak edenlere okuttum. Çok sert geri dönüşlerle karşılaştığım kadar, çok ilginç dönüşümlerle de karşılaştım. Evet bizim oyumuz kurtaracaktı, #barışkazanacaktı.
Ve sonuç #barış kazandı.
Her şeye; tüm engellemelere, insanlık dışı saldırılara, bombalara, kızgınlıklıklara, küskünlüklere rağmen 8 Haziran sabahı umuda uyandık. Yürüyüşüm değişti desem yalan olmaz.
Lafı da yazıyı da çok uzattım. Son söz şunu demek ister ve umudumu yenilerim.
Dünyayı 70’li yıllarda doğan solcular değiştirecek.
Alexis Tsipras, Pablo Iglesias, Selahattin Demirtaş. Üçünün ismini aynı cümlede anmak istedim.
Nesil değişiyor, siyaset değişiyor. 78’li Pablo İspanya’da, 74’lü Tsipras Yunanistan’da. 73’lü Demirtaş Türkiye’de. Dünyayı 70’li yıllarda doğan solcular değiştirecek, değiştiriyor.
Yani sıra bizde. Daha güçlü, daha özgüvenli.
Yorum Yapılmamış