Uzun zamandır okuduklarım hakkında yazmadım, farkındayım. Zweig’in Freud’u, babamın ağır hastalığında, hastanede uzun süren refakatçi dönemime denk geldi. Enteresan bir denk geliş oldu. Özel bir seçim kesinlikle değildi. Üstüne Auster’ın 70. yaş sürprizi “4321”i okumaya başladım. 1000 küsur sayfalık, tuğladan büyük hayattan küçük bir kitaptı. Ama sonuçta bir “kitap”tı.
Yapraklar Evi henüz Auster’ı yarılamışken geçti elime. Aslında uzun zamandır beklediğim bir kitap olan (o zamanlar öyle sanıyordum) Yapraklar Evi’ni iştahla elime alıp hemen okumaya başlamadım. İçimden bir şey beni dürttü, sanki bir ses bu kitaba (cidden öyle sanıyordum) temiz başlamam gerektiğini söylüyordu. Auster’ı bitirmemi bekledi. Neredeyse bir aya yakın sürdü bekleyişi kitaplıkta. Okuması bir kaç hafta sürdü. Belki daha fazla. Usul usul okumaya çalıştım. İlk defa bir kitabı (ortalarına kadar hala öyle sanıyordum) okurken, delirmekten korktum. Literal anlamda. Garip bir sarmalın içinde, korkunun eşlik ettiği küçük hazlarla çevrili, daha önce hiç hissetmediğim bir şey, belki bir tatmin yaşıyordum. Sonrasında o bir “şey”e dönüştü. Artık onun sadece her şey olabilecek bir kudrette bir “şey” olduğundan eminim.
Biraz daha açmaya çalışayım ne demek istediğimi. Hoş, bu deneyimi yaşamadan (okumak da diyemiyorum o şeyle yaşadığım eyleme, bulabildiğim tek sözcük deneyim) beni ne kadar anlayabilirsiniz bilmiyorum. Bulmaca niteliği taşıyan, içiçe geçmiş hikayeleriyle labirent halini alan, kimi zaman okuyanı içine doğrudan yerleştiren kitaplardan bahsetmiyorum. Bugüne kadar okuduklarınızla kıyaslamamanızı tavsiye ederim. Mesela Micheal Ende’nin “bitmeyecek öykü”sü vardır. Bir çocuk kitabı olmasına karşın sizi evirir, çevirir, sonsuz bir hikayenin içine sürükler. Okuyanlar bilir. Olağanüstüdür. Ama bu öyle bir şey de değil.
Kitap formunda bir şey düşünün, bir gece yatıyorsunuz ve sabah kalktığınızda o şeyin, binlerce kitabın içinde olduğu dev bir kütüphaneye dönüştüğünü görüyorsunuz. Benzetme olsun diye söylemiyorum. Yaşadım ondan biliyorum. İçinde binlerce kitap olan, somut olarak kütüphaneye ya da kitaplığa hiç benzemeyen, kitap formunda gözümüze gözüken bir şey. İçinde mimari kitaplardan tipografi kitaplarına, en tedirgin edici korku romanlarından akıl alan bilimkurgu hikayelerine, filmlere uyarlanmış klasiklerden adını bile duymadığınız bir ülkede yayımlanmış şiir kitaplarına kadar tüm kitaplar var. En çok da felsefe kitapları. Göz alabildiğine uzanan kitap koridorları boyunca felsefe kitapları çıkıyor içinden bu şeyin. Burada size şeyin içinde somut olanı anlatmıyorum, anlatmayacağım da. Bu deneyimi ister yaşarsınız ister yaşamadan ölürsünüz. Bu sizin bileceğiniz iş.
Yapraklar Evi deneyimini yaşamış ve yaşamaya devam edenlerin beni anlayabileceklerini biliyorum. Ya da bilmiyorum. Her neyse, bunun çok da önemi yok. İçimde bir Truant büyüyor.
Şey, “bu sana göre değil” diye başlıyor. Şeyi var eden adamla konuşmuş bizim Hürriyet Gazetesi. Yazarla röportaj diyorlar ama bana göre Danielewski için yazar demek Yapraklar Evi’ne kitap demekle aynı şey. Ürkütücü bir adam olduğu tartışılmaz. Ola ki bir fuara falan gelirse karşılaşmaktan çekineceğim türden biri. Rahatsız edici. O röportajda şeyin neden “bu sana göre değil” cümlesiyle başladığını daha doğrusu bu cümlenin ne ifade ettiğini sormuşlar. Danielewski’nin cevabını çok sevdim. Korkutucu olduğu kadar sevecen de. Baba gibi. Gerçekten.
“Açıklamaya çalışsam yanına bile yaklaşamam. Hayatımda kurduğum en kişisel cümlelerden biridir. Okurun da gözünde aynı kişisel yere sahi olduğundan eminim. Her yazar, romanına az biraz “çocuğum” muamelesi yapar. ‘Yapraklar Evi’ de benim için öyle. Artık, büyüdü, koca adam oldu, reşit çağına geldi. Kitlesiyle kurduğu ilişki benden tamamen bağımsız. Ben hiç karışmıyorum, girmiyorum aralarına. Arada çocuğunun eve getirdiği arkadaşlarına kısa bir “Merhaba” diyip ‘Ben gideyim de çocuklar aralarında rahat rahat konuşsun’ düşüncesiyle odasına çekilen baba gibiyim.”
Röportaj, şey ve şeyi yapan adam hakkında az da olsa bilgi veriyor. Merak ederseniz buradan okuyabilirsiniz.

Kitabın künyesi özel bir saygı duruşunu hakediyor. (Not: Yazıdaki şeylerin neden başka renk olduğunun ipucu da bu fotoğrafta)
Yapraklar Evi 18 yıl önce ortaya çıkmış. Hala da dönüşümüne devam ediyor. Bu yüzden Türkçe bir şeye dönüşmesi oldukça zor ve delirtici. Sayfalarca uzayan dipnotlar, dipnotların dipnotları, kimi sayfalarda diyagonal kimi sayfalarda ters tipografiler, labirentler, hikayeler, şiirler, latinceler, fransızcalar, bilmemneceler… Neler neler… Tüm bunlarla başa çıkabilen Monokl Yayınları’na, şeyin çevirmeni Gökhan Sarı’ya, editörü Ezgi Yıldırım’a, düzeltisini yapan Ayşegül Ergül Aslan’a, baskı hazırlığını yapan Yeşim Ercan Aydın’a teşekkür ve saygı az bile. Helal olsun deyip ayakta alkışlamak gerek.
Aklıma gelen ve yazmak istediğim o kadar çok şey var ki şeye dair, kendimi frenlemek zorunda hissediyorum. Ama küçük bir notum var. Bu deneyimi mutlaka yaşamalısınız. Okuduğunuz bütün felsefe kitaplarını, korkuları, bilimkurguları, Poe’ları, Derrida’ları, Ginsberg’leri, Saramago’ları, Tolstoy’ları, Kafka’ları ya da ne okuduysanız onu bunu kenara koyun ve bu deneyimi yaşayın.
Bu şey için ödenen bedel inanın çok az. Satın alırken ödediğim her kuruşa değdi. Bu yüzden fiyatı görüp “yuh çok pahalı” demeyin.
Merhaba tekrar.
[…] bir 20 yıl sonra da konuşacağız. Mark Danielewski’nin edebiyatta başka bir kapı açan “Yapraklar Evi” kitabı Amerika’da ilk yayınlandığından 18 yıl sonra Türkçe’ye çevrildiğinde onunla […]