“Birbirimizin eline bırakılmışız. Tüm duygularımız, dileklerimiz ve arzularımız, tuhaf girinti çıkıntıları ve kimi zaman daha çocuklukta sertleşip neredeyse kırılmaz hale gelen kabuğuyla tüm bireysel psikolojik yapımız, başkalarının duyguları, dilekleri, arzuları ve psikolojik yapılarıyla karşı karşıya kalıyor. Bedenlerimiz yalın ve esnek, en zarif ve güzel porselenden çay içebiliyoruz, çeşitli durumlarda bizden bekleneni genellikle kestirebilecek kadar görgülüyüz, öte yandan ruhlarımız dinozorlar gibi, ev kadar büyük, ağır aksak yürüyorlar ama korktuklarında ve öfkelendiklerinde ölümcül oluyorlar, zarar vermek veya öldürmek için engel tanımıyorlar. Yani demek istediğim şu ki, her şey dıştan güvenilir görünüyor olabilir, gelgelelim bambaşka şeyler, bambaşka ölçeklerde olup bitmektedir.”
Knausgaard’ın mevsimler serisinin Türkçedeki ikinci kitabı Kış, mevsimin dokusunu öyle ağır ve içten hissettirdi ki bana bir türlü yazamadım. Gündelik hayatın unutturdukları, mahkum ettirdikleri arasına girdi Kış, sadece bir “kitap” gibi. Kendisi de öyle söylüyor Knausgaard:
“Günlük yaşam nesneleri yok ediyor, günlük yaşam içine düşen her şeyi unutulmaya mahkum eden bir alan gibi.”
Kış, benim elimde gündelik bir nesneye, bir kitaba dönüştü. Unutturmaya çalıştı kendini. Baharın bizi terketmeye hazırlandığı şu günlerde ise yeniden elime aldım. Yine olağanın olağanüstü yazarı Knausgaard’ın sözcüklerine ihtiyaç duydum sanırım, belki de özledim.
Kış’ta Knausgaard doğmamış kızına anlatıyor kisvesi altında önce kendine sonra okura terbiye yapıyor bana göre. Günlük hayatın sıradanlığını alıp olağanüstüleştiriyor gözümüzde. Beni çok etkileyen ve üzerinde bir kaç gün düşünmeme, tekrar tekrar okumama neden olan “Sosyallik” başlığı altında yazdıkları -özellikle “bir yanıt beklentisi” üzerine- yeni hayatımda verdiğim mücadelenin açtığı yarayı sarıp sarmaladı.
Biraz uzunca bir alıntı olsa da tekrar yazıp alıntılayarak bu meseleyi iyice ve derinlemesine anlamak istiyorum:
“…İlk haftalar bu yokluk bir şeyin, tüm varlığımla gerek duyduğum ama elde edemediğim bir şeyin özlemini çekmek gibiydi. Dolayısıyla orada bulunmanın dinlendirici bir yanı yoktu, olay yoksunluğu ve sessizlik içimde kaynaşıp duran endişelerime yeni alanlar açmaktan başka bir işime yaramadı. Tıpkı uyuşturucu bağımlısının eroinin gücünü ondan yoksun kalmadan anlamaması gibi insan, sosyalliği yitirene dek onun önemini kavrayamıyor…”
Knausgaard’ın haşin ama bir o kadar da nokta atışı benzetmelerine hayran kalmamak mümkün değil. Uyuşturucu bağımlılığıyla hatta doğrudan eroinle sosyalliği metaforik olarak benzetmesi konunun farkına lafı uzatmadan varmayı sağlıyor. Bu paragrafın beni bu denli etkilemesi, bıçak gibi kesilen iki farklı hayat arasında yaşadıklarım olsa gerek. Ondan yoksun kalınca sosyallik bağımlılığının zihnimde açtığı yaraların farkına varmama neden oldu. Daha doğrusu bir türlü anlam veremediğim zihinsel tavırlarıma anlam kazandırdı belki de. Sonra devam ediyor Knausgaard, teşhisi koyup tedavi olasılıklarını sabırla anlatan doktor gibi:
“…Yani başkalarına gerek duyuyordum, insan yoksunluğu beni yıpratıyordu. Fakat onlara niye gerek duyuyordum? Beni görmeleri için mi? Bana dokunmaları? Beni onaylamaları? Dokunulmayı sevmediğime göre o olamazdı ama görülmeyi istiyordum ve her zaman onay bekleyen biri olmuştum, fakat bunlar da değildi…”
Knausgaard’ı okurken bazen kıskanıyorum. Daha doğrusu bu duygunun kıskançlık olduğunu yeni yeni farkediyorum. Yazdıklarını, yazma biçimini, ifadeleri tam zamanında yerine oturtuşunu, cümleleri yarıda bırakmadan coşku yaratacak şekilde tamamlamasını kıskanıyorum. Gıpta etmiyorum. Kıskanıyorum alenen. Her zaman onay bekleyen biri olduğumu suratıma vurması da öfkelendiriyor elbette. Ama bir derdim olduğunu bana farkettirdikten sonra onu okumayı bırakmamı benden bekleyemez. Savaşıyorum ben onunla ve güzel olan ne biliyor musunuz adil dövüşüyor Karl Ove. Çoğul konuşarak, “biz” diyerek kabul ediyor varlığımı ve hamlelerimi:
“İç dünyamız hiçbir zaman, uykumuzda bile, boş veya sessiz olmadığından ve her zaman izlenim, düşünce ve duygularla dolup taştığından, daha önceleri sosyalliğin ardından sosyallik özleminin işgal ettiği alana başka bir şey sızmıştı. Bunlar sosyal olmayan olaylardı. En az onun kadar zengin ve giriflerdi belki ama yapıları büsbütün başkaydı.”
Turnayı gözünden vuruyor Karl Ove. Doğal olan, varlığımızla ilişkili sıradan ne varsa tüm detaylarıyla aktarıyor. Bulutların aceleciliğinden ve karanlığından rüzgarın ıslığına, çocukluğu hatırlatan sabun kokusundan avucunda kalıveren olta iğnesine kadar… Tıpkı benim montumun cebinde duran deniz minaresi gibi ya da durgun denize yolladığımda suyun yüzeyine çarpıp dalıveren, ardında dalgalar bırakan çakıl taşı gibi. Ama yine de bir şey eksik kalıyor. Haklı Karl Ove. “Peki ne eksik” diye soruyor ve yanıtlıyor sağolsun ihtiyacımızı bilerek:
“Yanıt vermiyordu.
…Yanıt beklememek, karşılık beklememek, her şeyin kendinden olduğunu ve her etkileşimin salt mekanik olduğunu kabul etmek antrenmanına dönüştü orada bulunmak. Şunu öğrendim: Bir yanıt beklentisi öyle derinde yatıyor ki bu, doğamızın en karakteristik özelliği, insanlığın temeli olabilir.”
Karl Ove’un bu yazdıkları, yanıt beklentisi parantezini kendi hayatımda açıp üzerine düşünmeme neden oldu. İstanbul’da, İstanbul’un kalbi sayılan semtlerde geçen 30 yılın, 27 yıllık iletişimcilik kariyerinin ardından (ah adı üstünde iletişim) geçiş yapmak değil, kesip atarak seçtiğim bu yeni hayatta en büyük derdimdi bu. Hele ki okuduklarımı anlatacağım, karşılıklı konuşacağım, yanıtlarıyla bana yeni sorular sorduracak insanların eksikliği, sosyallik eksikliği içimi kemiriyordu. Daha çok vaktim olmasına rağmen “yeni hayat”ıma koyduğum kısıtlar ve kurallar(!) nedeniyle sosyal medyanın beni en çok tatmin eden aracı Twitter’la arama koyduğum mesafe de bu yarayı kaşıyordu. Tam da bu açmazdayken, Knausgaard şöyle devam etti terapiye:
“… yeni sanal dünya, işte bu yanıt ve karşılık ihtiyacını doyurduğu ve bunu çok çabuk yaptığı için aşırı bağımlılık yapıyor. Böylelikle sanal dünya, sosyalliğin özüne nüfuz ediyor ve karşılık düşen bedeli ödememizi gerektirmeden bize sosyalliğin bütün ödüllerini sunuyor, böylece kendi adamızda büsbütün yalnız oturabiliyoruz ve mekanik etkileşimler içimizde başkalarına duyduğumuz özlemin uyanmasına, yeni yakalanmış ve kafese kapatılmış bir hayvan gibi kıvranıp durmasına mahal bırakmıyor.”
“karşılık düşen bedeli ödememizi gerektirmeden”, sanırım benim için anahtar kelime öbeği bu. Ancak yazıya biraz daha devam etse Knausgaard’ın sosyal medyada sosyalliğin ödettiği diğer bedeller üzerine de bir kaç sayfa anlatabileceğini düşünüyorum.
Sonuçta Knausgaard diğer kitaplarıyla yaptığı gibi Kış’la da hayatımda ve düşünce dünyamda nitelikli ve işe yarar sorular sordurup yanıtlarıyla terapi olmamı sağladı. Yine.
Knausgaard, Kış’ta da Sonbahar’da olduğu gibi “olağanın olağanüstü yazarı” kimliğini perçinliyor. Daha önce Karl Ove okumadıysanız, Kış’ı okurken kenarına “Knausgaard’ı anlamak ve deneyimlemek için örnek bir parça” diye not düştüğüm “Konuşma” başlıklı bölümü okuyabilirsiniz. Oradaki akış, dil ve anlatım özet bir Karl Ove okuma deneyimi yaşatıyor.
Şimdi sıra İlkbahar’da. Onun da eli kulağındadır. Monokl Edebiyat’a, mükemmel çeviri ve editör performansı için yine teşekkürlerim. Beni hiç yanıtlmıyorlar.
Not: Yazının başındaki alıntı belki de tüm Knausgaard okumalarımın bende yarattığı akıl-fikir çemberinin ufak bir demosu gibi. O yüzden ayrıcalıklı olmasını istedim.
Yorum Yapılmamış