Hakan Günday’ı tanımam etmem. Daha önce herhangi bir kitabını da okumuşluğum yoktur. OT’taki yazılarını kafama göre, başlığı dikkatimi çekerse okumuşumdur. Bilmem çok ayrıntılı kısaca. 2013’ten bu yana da her sene kitap fuarında Hakan Günday kitaplarının önünden kör-bakar geçer giderdim. Bir iki elime aldığımda da ‘pahalı yahu, şimdi yanmasın paralar’ der kıçımı döner yürürdüm. Geçtiğimiz 2015 fuarına kadar…

Geçen sene fuara en şahane fuar eşlikçisi arkadaşımla gittim. Onun ısrarı ve “bak bu adamı oku mutlaka, yeni jenerasyondan bambaşka bir kalem, bakma burun kıvıranlara” sözleri sonucu, “hadi” dedim kendi kendime, “yanarsa da yanacak paralar”, sonra da seslendim Doğan Kitap standındaki yakışıklı delikanlıya “sar bakalım ordan bir ‘daha’”

DAHA - Hakan Günday

DAHA – Hakan Günday

Vakitler vakitleri kovaladı, zar-zor geçen 2016 yazının sonunda elime “DAHA”yı aldım. Knausgaard’ın 2. dalgasını henüz atlatmış, arada Grange’nin Lontanosu’ya savrulup üstüne Fawer’ın OZ yorumuyla overdose almış ve yine kuzeyin soğuğunda Bay Nagel’ın kollarında ölüp ölüp dirilmiştim. Artık biraz ‘light” bir şeyler okumalıydım! (DAHA ve Hakan Günday edebiyatıyla daha önce tanışmış arkadaşların ellerinde çay-kahve varsa püskürttürdüğüm için özür dilerim.)

Sonuçta ne kadar sarsabilir ya da zorlayabilirdi ki beni… Hele ki Knut Hamsun’ın üstüne. İşte bir kez daha öğrendim ki hiçbir zaman ön yargılarına aklını ve kalbini kurban etmeyeceksin.

Günday’ın DAHA’sının hikaye özetini duymuşsunuz ya da okumuşsunuzdur muhtemelen. Düz anlatım, yukarıdan bakış: “Bir insan kaçakçılığı ve babası kaçakçı olan 9 yaşındaki bir çocuğun gözünden başlayarak anlatılan bir yaşam öyküsü”.

Derinlerine girince işler çetrefilleşiyor. Kitabın kahramanı Gaza ile ‘daha’lara doğru bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Kimi zaman mikro düzeyde kendi ‘daha’larınızla yüzleşiyor, hesaplaşıyorsunuz. Acıttığı zamanlar da oluyor, kahkahaya boğduğu da. Ancak daha çok boğazınızda bir yumru ile metroya biniyor, metrodan inip arzın merkezinden Taksim Meydanı’na çıkınca yumruya rağmen nefes almaya çalışıyorsunuz. Kimi zaman da makro düzeyde insanlığın ‘daha’larıyla burun buruna kalıyor. Türümüzün devamlılığıyla ilgili aklınızdaki bütün soru işaretlerini bir bir silkeliyorsunuz. İnsanlıkta bu ‘daha’ azmi oldukça -ki bu türü insan yapan şey bu- bize bir şey olmaz, emin olun.

Kitapta beni etkileyen, altını çizdiğim, defalarca okuduğum ya da daha sonra bir daha okunmak üzere işaret ettiğim pek çok sayfa oldu. Mesela Gaza’nın “linç” meselesini ele alışı ve bir tedavi biçimi olarak hayatına dahil etmesi üzerine daha fazla kafa yormak istiyorum. Ama şu “itaat”la ilgili altını çizdiğim bir kaç satır, Otostopçunun Galaksi Rehberi’ndeki 42’ye tek rakip olarak gördüğüm cevap oldu “hayat, evren ve her şey hakkındaki soru”ya karşılık:

“İtaat, kişinin, kendi başına işlemeye asla cesaret edemeyeceği suçları gerçekleştirebilmesinin müthiş bir yoluydu! İtaat, her gün farklı biri olarak uyanılan bir rüyaydı! Öyle bir rüyaydı ki insan kendini sürekli bir şeyler yaparken görüyor ama gerçekte onları kendisinin yapmadığını biliyordu. İtaat bir mucizeydi! Sıradan bir insanı alıp ona atom bombası attırabilir, sonra da bütün dünyayı o insanın masum olduğuna inandırabilirdi. İtaat, suçluluk duygusu ve vicdan azabının panzehiriydi! Herkes itaat etmeliydi! Hepimiz, itaat edecek birini bulup suçu ona atmalıydık! Herhangi bir ülkenin ya da bir çocuk çetesinin lideri bile olsak, itaat edecek birilerini bulmalıydık. Her şeyden önce, akıl sağlığını korumak için bu şarttı. Yapayalnız bir imparator bile olsak, etrafımızda bize emir verecek bir tek insan bile olmasa, yine de bir yolunu bulup itaat edecek birini bulmalıydık. Tanrı bunun için vardı!”

"İtaat" alıntısının dahası... Merak edene.

“İtaat” alıntısının dahası… Merak edene.

Twitter’daki sabitlenmiş twit’im şöyledir benim: “İnanmadan ve ‘sahip’ olmadan yaşamayı deneyin. Göt istiyor, evet.” Eksik kalmış. ‘itaat etmeden”i de eklemek gerekiyor. Yapacağım tez vakit. 

Rimbaud’dan Da Vinci’ye, Rousseau’dan Freud’a kadar beyni mıncıklayan, çimdikleyen, kaşıyan, kanatan herkes var kitapta. Günday’ın kurgu mekanları, anlamsız ama okudukça anlam kazanan iğneli oyalı takma isimleri de bana Aziz Nesin’i hatırlattı ve gülümsetti. Hatta iyi hissettirdi. Belki Knut Hamsun’ın Gizemler’ini yeni okudum diyedir bilmiyorum ama Hamsun’ın Açlık’ta yakaladığı o gerçeğin ta kendisi, fiziksel duyguyu birebir okura yaşatabilme başarısı Günday’da da vardı. Nasıl ki Açlık’ı okurken literal olarak karnınız gurulduyor, içinizde açlığın kurtları geziyorsa, Günday’da da o çok acayip 50 sayfayı okurken canınıza okunuyor. Buram buram kokuyor ve kokluyorsunuz.

Bugün bir haber gördüm, DAHA film olacakmış. Çekiyorlarmış. Çok zor bir işe kalkıştıkları aşikar. Bol şans ve başarı diliyorum. Ancak bu kitapla ilgili olarak diyebilirim ki, her okur, kendi filmini çekiyor ve “son”unu kendi hazırlıyor. Hoş, film vizyona girdiği anda izleyeceğim mutlaka, sırf bu yönetmen bir okur olarak kendi filmini nasıl çekmiş ve nasıl “son”landırmış, merak ettiğim için.

Merakla bekleyenler arasında katıldık biz de.

Merakla bekleyenler arasına katıldık biz de.

Hakan Günday okumaya sondan başladım, zamanla başa doğru gitmeyi planlıyorum. Öneriler havada uçuşuyor. AZ diyen de var sakın ha “Kinyas ve Kayra”yı okuma diyen de. Göreceğiz bakalım.

Bu aralar gerçekten sizi “kopartacak” bir şeyler okumak istiyorsanız, tavsiyedir, okuyun.

Daha daha okuyun.

Share