Bu yılın Haziran ayında Haydarpaşa’taki kitap günlerinde, Monokl standının yenilerindendi Lispector. Adını ilk kez orada duydum.
Ukrayna asıllı Brezilyalı yazar Lispector’ı kuşkuyla elime aldım. Ah canım Haziran, hep sürprizleriyle geldi hayatıma. Lispector’da da aynını yaşattı bana. Önce ‘Yaşam Suyu’nu okudum. Muazzam bir iç ses hakimiyetiydi yakaladığım. Kıvrak, doğurgan ama bir o kadar da yok edici cümleleri beni amiyane tabirle eşekten düşmüşe çevirdi.
Baksanıza ettiği laflara:
“İnanmayanlar için bile ilahi olan bir umutsuzluk anı vardır: Tanrı’nın yokluğu dini bir eylemdir. Tam şu anda Tanrı’ya bana yardım etmesi için yalvarıyorum. İhtiyaç duyuyorum.
İnsan gücünden daha çok ihtiyaç duyuyorum. Güçlüyüm ama aynı zamnda yıkıcı da. Ben O’na gitmediğime göre Tanrı bana gelmeli. Bırakın gelsin Tanrı: bunu hak etmesem de. Gelsin. Ya da belki onu en az hak edenler ona en çok ihtiyacı olanlardır. Ben tedirginim, sert ve umarsızım. İçimde sevgi de olsa. Sadece sevgiyi nasıl kullanacağımı bilmiyorum. Bazen bir kanca gibi yırtıyor beni.”
Monolog yazabilmenin zaten yeterince güç olduğunu düşünürsek, Lispector’ın Yaşam Suyu’nda yaptığının bir mucize olduğunu düşünmemek imkansızdı. Sanki bir yapbozun eksik parçası gibiydi Yaşam Suyu. Okudukça Lispector’ı daha çok merak ettim. İlk okuduğumda onun için “Edebiyatın Fridası” yakıştırmasını yapmıştım. Dolambaçlı, sıkıntılı ve elbette ızdıraplı hayat hikayesine eşlik eden edebi hayatı ve geç kıymeti bilinen bir yazar olarak böyle oturuyordu kafamda. Latin edebiyatının bir parçası olması da elbette etkiliydi bu yakıştırmamda.
Lispector’ın içses cümlelerindeki ritim beni çok etkiledi. Uyutmayan, yüksek devinimli bir melodi gibi. “Yaşam Suyu” ve ardından gelen “Yıldızın Saati”ni okuduktan sonra Lispector’ı, okumaya ve keşfetmeye meraklı herkese ısrarla önerdim.
Tesadüf bu ya Lispector’dan hemen sonra yine Brezilyalı bir yazarın kitabını okudum. Bu kez günümüzden. Michel Laub’un Bir düşüşün Güncesi. Tamamen farklı jenerasyonlar, farklı mevzuular ve farklı cinsiyetler olsalar da ikisi arasındaki melodi benzerliği aklıma takıldı. Sonra Latin kökenli sayılabilecek diğer yazarlara da bakındım hızlıca… Saramago, Marquez gibi… Fark ettim ki, neredeyse hepsinde cümlelerde ritmik tekrarlar var. Samba gibi. Coğrafyanın, kültürün, yazar kalemine etkisi… Tıpkı Norveç fiyortların dantelasının yansıdığı, Hamsun, Knausgaard hatta Fosse’deki detay detay, ilmek ilmek, büyüleyici uzun anlatılar gibi…
Lispector’ın Monokl’dan çıkan bu iki eşsiz kitabıyla vuslata erdikten bir süre sonra G.H.’ye Göre Çile’nin çıkacağının müjdesi geldi. Tabii ki yine Monokl’dan.
Burada Monokl Yayınları’na ufak bir parantez açmak istiyorum. Özenle seçtikleri, keşfettikleri ve keşfettirdikleri yazarlar için Monokl’a biz Türk okurlar çok şey borçluyuz. Ayrıca tartışmasız iyi çevirileri, titiz editoryal süreçleri de cabası. Bu kadar genç bir yayınevinin, bu kadar kısa sürede katettiği yol büyük mutluluk verici. Monokl Yayınlarını takip edin mutlaka.
G.H.’ye Göre Çile bu sene Kasım’da Tüyap Kitap Fuarı’nın 4. günü taze taze çıkıp Monokl standına geldi. Uzaklardaydım. Ama Sevgili Rasim Emirosmanoğlu (Monokl’ın eşsiz çevirmen ve editörü) beni kırmadı ve fuar kokulu kitaplarımı taaa köye kadar gönderdi.
G.H.’ye Göre Çile, Lispector’ın Yaşam Suyu ve Yıldızın Saati’nden önce yazdığı bir kitap. Ancak edebi olarak sanki onlardan sonra gibi. Çünkü Lispector bu kitapta çok zorlu bir yolculuğa çıkmış ve adeta inanılmaz olanı başarmış. Yine monolog ve içsel yazmış ancak bu kez bir kurgu.
Dayanamayıp G.H.’ye Göre Çile’den de bir alıntı yapıyorum:
“Umut, benim için, gecikmedir. Hiçbir zaman özgür bırakmadım ruhumu ve kendimi hemen bir insan olarak düzenledim çünkü şeklini kaybetmek çok riskli. Ama şimdi bana gerçekten ne olduğunu anlıyorum: o kadar az inancım var ki sadece geleceği icat edebildim, olana o kadar az inandım ki şimdiyi bir vaat ve bir gelecek için geciktirdim.
Ama artık anlıyorum ki umudu olmak gerekli bile değil.”
Daha önce söz ettiğim ritim bu kitapta da ortaya çıkıyor. Her bölüm bir önceki bölümün son cümlesiyle başlıyor. Pekiştiriyor sanki ritimle. Altını çize çize okutturuyor.
Özellikle bu kitabı okurken fena halde aklıma Jim Morrison düştü. Sanki telepati kurmuşlar gibiydi Lispector’la. Morrison’ın şiiri Lispector’ın monologlarıyla sevişir bana göre.
Lispector’a cadı diyorum çünkü kurgunun üzerine tamamen içses-monolog yazabilmek ve üstelik bunu da nefessiz okunan cümlelerle bezemek ancak bir cadının yapabileceği iş.
Lispector, süpürge yerine kalem kullanıyor. Kim bilir belki de süpürgeyi kalem yerine kullanıyordur. Yaptığı büyüyü bozabilecek bir papaz da yok.
Yani benim için artık çok geç. Darısı başınıza.
Not: Her üç kitabı da Portekizce aslından çeviren Başak Bingöl Yüce’yi ve seri editörü Volkan Çelebi’yi bir kez daha alkışla ve saygıyla selamlıyorum. Çok iyi iş!
Yorum Yapılmamış