“Bir devrim nerden başlar?” diye sorarak başlar Kaan Koç, “Biraz Konuşmasak” şiir kitabının başında yer alan Sonsöz’ünde. “Bir devrim ‘birey’den başlar” cevabını o doğrudan vermez ama okuyup anlayan anlar. İşte Mülksüzler “bireylerin devrim olması” üzerine yazılmış bir baş yapıt olarak elllerimin arasında okunup bitti/başladı. Okuduktan sonra bitmeyen, aksine yeni başlayan kitaplar kategorisinde çok üst sıralardaki yerini aldı. Tıpkı şairin şiiri gibi.
Henüz Mülksüzler’i okumamış ve okuma ihtimali olanlardan daha şanslı hissediyorum kendimi. Çünkü benim kitabım pardon devrimim başladı.
Böyle afili ve sağlam bir giriş yaptıktan sonra tamamen kitabın konusunun dışına çıkarak, biraz uzun sayılabilir bir parantez açacağım.
Beni yakından tanıyan arkadaşlarım bilirler, kadın yazar okuma konusunda bazı sıkıntılarım var. Bir başka türlü ifade etmek gerekirse, kadın yazarları okuma konusunda özel bir seçiciliğim var. Bunun kendimce gerekçeleri mevcut tabi. Özellikle Türk kadın yazarların kitaplarını okurken, hikayenin kurgusunu, bir sonra gelecek cümleyi, kitabın sonunu sıklıkla tahmin edebiliyorum. İyi kötü eli kalem tutan ve aynı kültürden gelmiş bir kadın olarak bu oldukça doğal. Bildiklerimi, hissettiklerimi hatta çoğunlukla dile döktüklerimi tekrar tekrar okumak bana yeni bir yol ya da dünya açmıyor. Oysa bir kitap okuduğumda bana yeni bir düşünce yolu açmasını ister, bundan keyif alırım (pek çoğumuz gibi). Elbette bunun istisnaları var. Mesela Leyla Erbil. Olağanüstü kalemi önünde saygıyla eğiliyorum.
Bu kitabı bana eşimin bir öğrencisi tavsiye ettiğinde “himm kadın yazar, biliyorum ama…” diye “ık mık” etmiştim. Sonrasında armağan edilince el mecbur başlayayım dedim. Bana göre kötü ya da sevmediğim bir kitap olduğunda rahatlıkla ikinci sayfasından kıvırıp kenara koyabilmek gibi bir refleks oluşturabildim artık. Kötü yemek insanı zehirler, kötü kitap da öyle.
Sonuç; Ursula K. LeGuin “terbiyesiz” diye koca bir tokat attı suratımın ortasına. Mecazi olarak böyle. İnanılmaz bir kalem, baştan başa eşsiz bir kurgu. İsimlerden mekanlara, zaman örgüsünden felsefeye kadar saygı duruşunu hakeden bir kitap okudum.
Kısaca kitabın konusundan bahsedeceğim ama çok girmeyeceğim. Kitap deyim yerindeyse “anarşist bilim kurgu”. Olay günümüzden çok sonra bir zamanda geçiyor. Dünyada ya da kitaptaki adıyla Urras’ta yıllar önce Odo adında bir kadın anarşist liderle birlikte toplanan ve Odocular adını alan hareketin içindeki insanlar Ay’a gönderiliyor ya da sürülüyorlar. Ay’ın kitaptaki adı Anarres. (Bu isimler de çok özenle seçilmiş ancak size anlatmayacağım). Anarres’te devrimci-anarşist hareketin kendi kurgusuyla bir yaşam başlıyor. Mülk yok, sahip olmak yok, hatta “çocuk sahibi” olmak dahi yok. Çocuk doğar ve ismini bilgisayar “random” olarak verir. Bir insanı kadın-erkek diye isminden ayıramazsın. Başkan yok, ülkeler yok, savaş yok, silah yok. Unvanlar yok. Herkes eşit, herkes çalışıyor. Tam anlamıyla bir komün yaşam. Bu yaşam içerisinde doğup büyümüş bir fizikçi bilim adamı eski dünyaya ilk giden Anarresli oluyor. Kendi dünyasıyla, mülkiyetçilerin ve mülkiyet haklarının en üstte olduğu bu dünya arasında hayat bir başka şekilleniyor.
Daha fazla anlatmak istemiyorum. Ancak şunu söyleyebilirim, “herkes eşittir” diye özetlenebilecek bu toplu yaşam kurgusuna hayranlık duyan ve “sahip” olmak isteyen insanların akıllarındaki “sahip” kavramını anlayıp, ondan uzaklaşmaları çok da kolay değil. Kitabı okurken zaman zaman, ‘böyle bir hayatı yaşayabilir miyiz? İnsan ırkının bunu başarabilmesi mümkün mü?’ diye soruyorsunuz kendinize. “İnsan” olmanın, aklın, zekanın ve kalbin kime ne oyun oynayacağı meçhul.
Kitapta beni çok etkileyen bir cümle var.
Onunla bitireceğim bu öneriyi.
“İnsanı canlı tutan bir yerden ötekine dolaşmak değil, zamanı kendi yanına çekmek. Zamanla birlikte çalışmak, zamana karşı değil.”
İyi okumalar.
[…] ardından içime oturan o derin hüzün bitmedi. Nedenini düşünüyorum günlerdir. Sanırım Mülksüzler’le başlayan tanışıklığımız bende çok kapsamlı ve incelikli bir dönüşümün fitilini […]