Dün geceden bu yana durup durup aklıma gelen bir an’ım var. 2013 yılının son günleriydi. Gezi’nin coşkunluğu bitmiş ama Taksim-Beyoğlu-Cihangir çevresi henüz tam olarak yatışmamıştı. İş çıkışı metroyla Taksim’e zar zor ulaşmıştım. Zar zor diyorum çünkü metroda, bir durakta yapılan “Taksim metrosu kapatıldı” anonsu, bir durak sonra “güvenlik sağlandı, metro açıldı” anonsuyla yer değiştirip duruyordu.
Metrodan inince, etraftaki polislere sordum “Sıraselviler’den eve yürüyebilir miyim? Cihangir açık mı?” diye. Yürüyebilirsiniz dediler kibarca.
Sıraselviler caddesinden yürümeye başladım. Sırtımda bilgisayarım, adımlarım hızlı. En önde “direnişçiler”, arkalarında polisler, en arkalarında ben. Tam evimin sokağına bir sokak mesafe kalmışken, resmi ve de silahlı polis yolumu kesti. Silahı çapraz tutuyordu. “Geçemezsin” dedi.
“Ama ben eve gidiyorum, evim orası” dedim. İkinci kez aynı ses tonuyla robot gibi “Geçemezsin” dedi. Ben heyecanlanmış ve hiddetlenmiş “Ne demek geçemezsin, evime gidiyorum ben!” diye sesimi yükselttim. İşte o “an” asılı kaldı her şey havada.
Polis çapraz silahını üzerime doğrulttu ve tekrar aynı robotik sesle “Geçemezsin” dedi.
O “an”. Sizi bilmem ama benim hayatımda bir kere göğsüme silah doğrultuldu. O an. “Namlunun ucunu, silahın buz gibiliğini, ölümü” hatırlıyor, şu an bunları yazarken bile ürperiyorum defalarca.
E ne yaptın? diyeceksiniz.
O “an”ı yaşayana kadar biri bana (hele Gezi’nin o ateşli zamanlarında) sorsa “sana silah doğrultulursa ne yaparsın?” diye muhtemelen sağlıklı bir cevap veremezmişim.
Ne yaptım biliyor musunuz? Kendimden hiç beklemediğim bir kıvraklıkla “peki efendim deyip arkamı döndüm.” Namlunun ucu göğsüme 30 cm kala durduğunda, “can havlim” devreye girdi. Dönüverdim arkamı. Peki dedim. İtirazsız.
İşte dün geceden beri o “an” gelip duruyor aklıma.
Can havlini hesaba katmamış olmaktan utanıyorum yaşadığım halde. Koca bir toplumun yaşadığı can havlini, namlunun ucunu ve soğukluğunu hissetmiş hallerini, ekmeklerini, işlerini, aşlarını, evlerini, düzenlerini, hayatlarını kaybetme korkularını çok daha iyi anlıyorum. Korkularına “yenik” düştüler diyerek “onlar” cümleleri kurmak istemiyorum.
Korktuk diyebilmeli ve kendime de o toplumun bir parçası olduğumu hatırlatmalıyım. Zaten o “an” bana bunu hatırlatıyor dün geceden bu yana.
Bu bir teslimiyet, vazgeçme, umutsuzluk olarak algılanmasın. Ne umutsuzum, ne teslimiyetçiyim, sadece toplumun bir parçası olarak ne yaptığımızı anlamak, doğru empatiyi kurmak için çabalıyorum.
Bu sabah, o “an” aklımda, çıktım Sıraselviler caddesine, Taksim’e yürümeye başladım. Karşımdan gelen her iki kişiden birinin bugünkü iktidar partisine oy verdiğini düşündüm. Mesela şu karşıdan gelen takım elbiseli adam mı ya da kırmızı montlu kız mı vermişti oyunu iktidar partisine diye akıl yürüttüm. Kız vermiş olsa, niye verirdi oyunu diye sordum? Adam vermiş olsa neydi onu sandıkta iktidara tekrar oy vermeye iten diye merak ettim. Bir sürü ihtimal gezdi aklımda. Ama bir sürü de kabul edilebilir gerekçe üretebildim empati yaparak.
Hileli, şaibeli, oy çalmalı, çarpmalı, bölmeli bir seçim süreci geçirmiş bile olsak, ortada tabak gibi gerçekler var. Islak imzalı tutanakları gece boyu Oy ve Ötesi’nin T3 Türkiye Tutanak Teyid sistemine girerken gördüm o gerçekleri. Hiç kandırmayalım kendimizi. Pek çok sandıkta iktidar partisine verilen oylar açık ve net ortada. Kimseye de kızmayalım, kendimizi de yıpratmayalım.
Şimdi ne yapacaksın derseniz?
Dün twitter’da attığım birkaç tweet ile özetlemeye çalışmıştım aslında. Şöyle dedim:
“Ben %50’yle aynı ülkede yaşamayı değil, %11’in içinde yer alarak aynı ülkede barış için mücadele etmeyi ve yaşamaya çalışmayı tercih ettim. Kendi tercihimin sonucunu yaşıyorum bu gece. Pişman değilim. Umutluyum. İnatçıyım. @hdpdemirtas’la da gurur duyuyorum.”
Kendi adıma, oy verdiğim, barıştan, özgürlükten ve eşitlikten yana olan partimin barajı geçmesinden dolayı memnunum. Sonuç siyasetinin değil süreç siyasetinin içinde olmayı her zaman daha doğru buluyorum. Görüşlerim ve beklentilerimle örtüştüğü müddetçe de HDP’ye destek vermeye, takip etmeye, gerektiğinde eleştirmeye de devam edeceğim.
Elbette yazmaya ve okumaya da devam etmek gerek. Haftaya kitap fuarı başlıyor mesela, tatlı bir heyecan, kitaplarla, yazarlarla, bir senedir denk gelemediğimiz dostlarla buluşma zamanı. Heyecanımızı kaybedersek biteriz.
Hep bekleyecek ve özleyecek “şey”ler ve “an”lar bulabilmek umuduyla…
Sağlıcakla.