Knausgaard’ın My Struggle (Kavgam) serisinin 4. kitabı Türkçe’de çıktı nihayet. Haydarpaşa’da Kadıköy Belediyesi’nin düzenlediği, muadili olmayan leziz kitap günlerinde 1. peron 1. stantta Monokl Yayınları ve tabii ki Karl Ove merhaba dedi bize. Knausgaardmania diye boşuna demiyorlar.
Yaladık yuttuk tabi bir telaş satırları. Hoş, bu 4. kitabı çok beklemedik. Kasım’da elimize geçen 3. kitap Boyhood Island (Çocukluk Adası) sonrası 7 aycık sabrettik 4. doz için. Doz diyorum, çünkü hakikaten Knausgaard’ın edebiyat adına başardığı şeyler bir yana (ki bence onlar gerçekten önemli konular) yarattığı bağımlılık da kayda değer. Bana göre Knasugaard’ın dünya çapında okurlarında bu bağımlılığı yaratmasının en yaygın sebebi insan doğasının ta kendisi. İnsanın zaten doğasında olan; bir başkasının hayatını didikleme, röntgenleme, ayıplama, endişelenme, takdir etme, kıskanma, yaftalama, eleştirme gibi bütün duygu ve davranışların karşılıkları misliyle var bu kitapta. Bu nedenle okuların pek çoğu (tamamı olmasa da) içlerindeki paparazziyi tatmin eden bu yakışıklı Norveçliyle mutlu ediyor kendini. Hatta onu düşleyip, onun hayatına dahil olduğunu kurgulayanlar bile var. İnternette yapılacak ufak bir “search” Knausgaadmania’nın boyutlarını ele verir zaten.
Ancak bunlar bir yana, Knausgaard bence edebiyat adına bir başka kapı açıyor yazın dünyasına. Dili, sürprizsiz hikayelerini ustalıkla okutacak denli şairane bir hal alıyor. İkinci kitapta (A Man in Love-Aşık Bir Adam) yakın arkadaşlarından biri olan Geir’in dediği gibi, tuvalete gidişini tüm ayrıntılarıyla 20 sayfa yazıp, bunu okurun sıkılmadan okumasını sağlayabilecek bir dil becerisine ve yazma gücüne sahip. Buna yetenek demiyorum. Bu bir güç. Çalışmak, inat, kararlılık ve beceriyle elde edilmiş bir sonuç bu. Başlangıçta Knausgaard da yola böyle çıkmıyor elbette. Karanlıkta Dans’ta yazmaya başladığı o ilk günleri anlatırken karşılaşıyoruz bu gerçekle. O da öncelikle kurgunun peşine gidiyor yazmak deyince. Kurgularıyla yol almak ve daha iyi yazmak için çalışıyor. İçiyor, yazıyor, buruşturup atıyor, yine içiyor, yine yazıyor. Ve her şeyin ama her şeyin kontrolü altında olduğunu iddia ediyor. 18 yaşında içinde fırtınalar kopan gerçek bir “deli”kanlı nasıl yazmaya debelenirse o da öyle debeleniyor. Karanlıkta Dans’ta da aslında bu dönemi anlatıyor. Ancak bir yerde anlıyor kurgunun onu kilitlediğini, kafese attığını ve pes etmiyor. Aksine savaşmaya karar veriyor. Kurguya karşı savaş boyalarını sürüyor. Bu sürecin, en azından başlangıcına 2. kitapta şahitlik etmiştik. Orada açıkça ilan etmişti savaşı.
“Böyle yazamazdım, olmazdı, her cümle şu düşünceyle karşılaşıyordu: Ama bunu uyduruyorsun. Bir değeri yok. Değerli gördüğüm, hala anlamlı bulduğum yazı türleri yalnızca günlükler ve denemelerdi, anlatıya bulaşmayan, bir konuyla ilgilenmeyen, Yalnızca bir sesten oluşan, kişinin kendi sesinden oluşan, bir yaşam, bir yüz, bakabileceğiniz bir çift göz. Sanat başka birinin bakışları değilse nedir? Yukarımıza, aşağımıza değil, dosdoğru gözlerimize bakan. Sanat topluca yaşanamaz, hiçbir şey böyle yaşanamaz, sanat baş başa kalınan bir şeydir. Onun bakışlarına yalnız karşılık verirsin.”
Şimdi 5. kitapta (Some Rain Must Fall) aslında bu meselenin daha da derinine ineceğini ve “yazma” savaşında fethettiği kaleleri, geçtiği ırmakları, öldürdüğü hayvanları bize bir bir anlatacağını umuyorum. Some Rain Must Fall için Monokl’ın bizi çok fazla bekleteceğini düşünmüyorum. Kasım’da okuruz bence.
Biraz Karanlıkta Dans’tan söz etmek istiyorum. Serinin akışı dışında ele alırsak Knausgaard’ın şimdiye kadar okuduğum en “kaygan” kitabı. Serinin ilk kitabını (A Death in the Family) okuduğumda benim süzülen sözcüğüm “öfke” olmuştu. İkinci kitapta ise “utanç” çıktı başrole. Bir kitabı okuduğum için bu kadar utandığımı hatırlamıyorum. Üçüncü kitap katıksız “hüzün”dü. Çocukluk dönemini anlattığı bu kitap aslında her okura hafıza terbiyesi yaptırmıştı. Bu kitap ise “kaygan”. Her haliyle. Knausgaard’ın ilk gençliğini, 16-18 yaş arasını anlattığı bu kitapta o dönemlerde yaşanan “zeminsiz duygular”ın hepsini okura geçiriyor. Hepimizin hayatının bir döneminde maruz kaldığımız o kaygan zeminler kitapta olduğu gibi ve tüm duygusuyla yer alıyor. Elbette bir Knausgaard klasiği olarak her şey ayan beyan ortada ve cüretkar! 18’lik yeri göğü yakan Karl Ove’nin “milli olma” serüveni kitap boyu sürüyor.
Karl Ove’un MyStruggle (Kavgam) serisinin okurları açısından bakarsak tüm kitaplar psikolojik, sosyolojik ve edebi açıdan ayrı ayrı değerlendirilmeli. Ya da okur hangi başlığı kendine yakın hissediyorsa o başlık üzerinden yorumlamalı kendi Knausgaard’ını. Ben daha çok edebiyat ve psikoloji başlıklarına takılıyorum. Sosyolojik boyutlarıyla ilgilenmiyorum. Karl Ove’nin dediği gibi ben onun sanatının bakışlarına yalnız karşılık vermeyi tercih ediyorum belki de. Daha “ben”ci bir bakışı tercih ediyorum.
Bu nedenle, Karanlıkta Dans beni edebi olarak diğer kitaplar kadar coşturmadı diyebilirim. Psikoloji tarafı baskın olmakla beraber daha çok işin sosyolojik değerlendirmeleri öne çıkıyor gibi bu kitapta. Daha önceki 3 kitapta ara ara başını kaldıran ve satır aralarına ince girişler yapan “yazar” Knausgaard’ı biraz fazla aradım bu kitabı okurken. Ama yine de şu satırların altını çizmeden geçemedim:
“Önemsiz olandan nefret ediyordum ve itiraf etmeliyim ki bu ufak sorunlarla baş etmekte çok iyi değildim … Ama böyleydi işte, sonu gelmeyen küçük yükümlülükleriyle ve küçük gereklilikleriyle, ayaküstü yapılan havadan sudan sohbetlerle ve küçük uzlaşmalarıyla gündelik hayat etrafımızı bir tel örgü gibi sarmıştı. Ben bu hayatı yaşıyordum, ama içtiğim zaman değil, bedelinin ağır, sonrasındaki tedirginliğin büyük olmasına rağmen, içince her şey ferah alanlar ve gösterişli hareketlerden ibaretti, o bedeli her zaman ödüyordum ve çok geçmeden, ondan bir ya da iki gün sonra kendimi sil baştan bunun içine bırakma ve geri kalan her şeye siktir çekme isteğinin içimde kabarmaya başladığını hissediyordum.”
Karanlıkta Dans (Dancing in the Dark) her ne kadar biz “edebiyatsever” okurları çok tatmin etmeyecek olsa da serinin bütünlüğü açısından çok önemli. Boşlukları kayganlığıyla dolduran ve elbette kapağındaki pembesi, Knausgaard’ın tekinsiz bakışlarıyla hayatımızı kayganlaştıran tartışmasız bir kitap.
Bu sefer biraz dağınık yazdığımın çok farkındayım. Aslında bu benim değil Karl Ove’nin tercihi. Dağıtmayı o seviyor. Dancing in the Dark’ta da dağıtıyor olabildiğince.
Bu arada unutmadan Norveççe aslından şahane çeviren Ebru Tüzel ve ince, narin ve titiz editör Rasim Emirosmanoğlu’nu samimiyetle tebrik etmek istiyorum. Sanırım hayatımda ilk defa bir çevirmen ve editörden ciddi ciddi kitaba imza almayı düşünüyorum. Bunu hakediyorlar. Monokl Yayınlarını ise en az Karl Ove Knausgaard kadar cüretkar oldukları için ayrıca kutluyorum. Bu yayınevine gerçekten çok ihtiyacımız var.
Knausgaard 5. dozun heyecanıyla tekrar buluşmak üzere.
Kanusgaard’ın diğer kitapları hakkında fikirlerimi okumak isterseniz:
Knausgaard Travması: Kavgam Cilt 1
Yorum Yapılmamış