Cahit Sıtkı’nın, Orhan Veli’nin, Süreya’nın, Nazım’ın yaşadığı dönemlerde genç olmayı isterdim. Muhtemeldir o zamanlarda yaşasaydım, herhalde bulur, buluşturur araştırır bir şekilde takip ederdim onları, yazdıklarını. Şimdilerde; şiirin üç-beş caps’e sıkıştırıldığı, duvar yazılarında ırzına geçildiği günlerde, ölmüş şairlerin ruhuna acı çektirircesine kaynatılan şiir bulamacının içinde küskün, kırgın ve cılız bir sesle bağırmaya çalışıyordum. Ölüsünü piç ettiniz şairin ama derdiniz şiir okumaksa hiç olmadı “şiiri kitaptan okuyun” diye. Bu konuda geçenlerde bir yazı da yazdım.
Dedim ki o yazıda;
“Şiir kitaptan okunsa her daim, okur duyduğu, gördüğü her şiirin kitabı olsun istese, şairler de tutunur hayatın gerçeklerine bir nebze de olsa. Yayınevleri şiir dosyalarını müsvedde kağıdı yapmazlar okumadan, kitabevlerinde şairlere, yaşayan “diri” şairlere ayrı bir ehemmiyet verilir.
İşte o vakit hayat “şiir gibi” olur. Şiir, hayat olur. “
Hatta az biraz da kızdım, yol yöntem göstermeye çalıştım:
“Bir şiir kitabı görünce, “ne hakkında” “konu ne” “ne anlatıyor” diye sorulmaz. Çünkü şiir kitabının konusu olmaz. Şiir kitabının konusu şairidir.
Yerkürenin en cesur edebiyatçıları şairlerdir. Bir soyunurlar bir örtünürler, bir kusarlar bir sevişirler, bir bağırırlar bir katil olurlar herkesin gözü önünde. Bu yüzdendir şaire saygı duyulur. Şiire hürmet edilir. Hani pek meraklıyızdır ya birinin içini görmeye, deli oluruz, merak ederiz, tanıyalım tanımayalım içimizdeki o “röntgenleme” hissini durduramayız. İşte şiir, her şairin bacak arasını açar koyar insanın önüne. Mahremi yoktur şiirin. O yüzdendir ki şaire “destur”la yanaşılır. Şiir kitaptan okunur.”
Ben bu meseleyle haşır neşirken, bana göre bizim dönemimizin en önemli yaşayan şairlerinden biri Kaan Koç’tan haber geldi. “Dergi çıkıyor! Sadece şiir olacak, sadece diri şairlerle… Diri Ozanlar Derneği koyduk adını, alenen derdini söylesin, farkına varsılsın diye.”
Sevincimi, içimden geçenleri mutluluğu sözcüklerle ifade etmekte zorlanıyorum. Dedim ki; Kaan Koç’a boşuna rövaşata atan şair demedik biz. Gol ve gollerle tribünleri coşkulandırıyor. Şu çığrından çıkmış dönemde “şiiri” şampiyonlar şampiyonu yapacak takımı topluyor. Şair’in “şiir sevişmektir, bir kere tadınız” dizelerini anımsayıp, ah dedim işte bu sonsuz haz, defalarca orgazm.
Derginin hazırlanma sürecine birebir olmasa da uzaktan şahit oldum. Kaan’ın coşkusunu, illüstrasyonları hazırlayan Emre’nin aklını, fikrini, varlığını, bedenini bu işe koyuşunu gıpta ile izledim. Matbaaya gidiş haberini aldıktan sonra da bir telaş beklemeye koyuldum. Bir kaç günlük arayıştan sonra da dergiyi elime aldım.
Aldım ki bu ne saadet! Akgün Akova’nın Ece’sinden Ferhan Şensoy’un Gündestesi’ne uzanan ulvi bir yolculuk. Seçilen yazı karakterinden illüstrasyonların, suluboyanın anlattıklarına, kağıdının dokusundan Kerim Akbaş-Kaan Koç’un 160. Kilometre röportajının derinliğine kadar her şey “tarihe geçecek bir iş”le karşı karşıya daha doğrusu “koyun koyuna” olduğumuzu işaret ediyordu.
Her sayfası, okunup bitecek değil, defalarca başa dönecek kadar insanı mutlu eden bir başka dergi olabilir mi bilmiyorum. Sayfalar arasında zaman zaman arkamdan at koştururcasına, arada bir durup nefesimi kontrol ederek mutluluktan başı dönmüş gezinirken o şiirde zaman durdu.
Caner Ocak’ın Kavganın Gizli Tarihi’ni boğazım düğümlenerek okurken göz yaşlarımı tutamadım son dizelerinde.
“bir gün anlatacağım size
göğün nasıl karardığını
kuşlar”
Yavuz Çetin’i anarak diye başlıyordu şiir. İşte tam da buydu bu derginin önemini bir daha kafamıza vuran şey. Yavuz Çetin’in bize bir hoşçakal bile demeden çekip gittiği günü dün gibi hatırlıyorum. “Hendrix’le düete gitti” diye ardından manşetler atılan, dünya çapında üstün bir yetenek ve olağanüstü bir müzisyendi o. Kendini boşluğa bıraktığında bizleri hiç düşünmedi mi yoksa aklından geçtik mi bilmiyorum. Ama onun “hoşçakal”ını zaten haketmemiştik. Yaşarken ona gereken kıymeti ve değeri vermemiş, verdiysek dahi bir kere bile bunu hissettirmemiştik. Kendi adıma söyleyebilirim, Mojo’da defalarca izledim, defalarca dinledim. “ilk” albümünü başucuma koydum. Ama bir kere bile bu kıymeti hissettirmedim.
Ben bunu bir daha yapmayacağım dedim. Ondandır Kaan Koç’u, Kerim Akbaş’ı Mehmet Sait Aydın’ı, Batuhan Dedde’yi Umay Umay’ı, Onur Behramoğlu’nu, Akgün Akova’yı ve daha buraya isimlerini yazamadığım bir sürü “diri” şairi yere göğe koyamıyorum. Burun kıvırmak, içi boş zavallı entelektüel kıstaslarla yermek yerine daha ziyade anlamak, okumak, yüreklendirmek ve alkışlamak istiyorum.
Diri Ozanlar Derneği büyük iş yapıyor. Ona destek olmak değil ona “sahip” olmak bizim boynumuzun borcu.
Aklınıza, fikrinize, elinize, kaleminize, boyalarınıza sağlık.
Okuyun demeyeceğim, yaşayın siz de Diri Ozanlar’la!
NOT: Bu arada Kafa Dergi Grubu’nu ve Candaş Tolga’yı ayakta selamlıyorum. Bu ne cüret! Logotype tasarımından dolayı Fitbol ve Kafa’nın tasarımcısı Sevgili Burak Şahin’i de tekrar kutluyorum.
Yorum Yapılmamış