Kalp atışlarımın nasıl hızlandığını ve şu iki satırı yazarken sanki az sonra sahneye çıkacakmış ya da kameraların önündeymiş gibi heyecanlandığımı nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Belki hissettirebilirim. Cihangir’e taşındığımızdan bu yana geçen 7-8 oy verme maceramdan birinde, CNN International’a röportaj vermiştim, hani şu apar topar memleketten gönderilen CNN muhabiri Ivan’cığımıza. O zaman yaşadığım heyecan vardı. Bir yandan seçimlerde sandığa sahip çıkma, “hayatımda ilk defa oy sayımına katılma ısrarı yapma” heyecanı, bir yandan İngilizce öyle birden bire kameralara konuşma durumu, hele bir de karşında Ivan ve CNN falan… Hah işte tam da öyle garip bir heyecan ve hezeyan içindeyim. Tek sebebi de Alper Canıgüz’ün Kan ve Gül kitabını yarım saat kadar önce bitirmiş olmam.
Hezeyan kısmından baştan aşağıya kitap sorumlu. Devrelerim yandı da denebilir. Baş döndürücü bir hızla ilerleyen kitabı soluk soluğa bitirip sonrasında da “eeee” diye kalmak çok normal. İşin okura keyif veren asıl yanı da bence her şeyin müthiş bir doğallıkla ve sıradanlıkla akıyor olması. Kan ve Gül deyince aklımıza İskender Doğan geliyor ya… (yani benim kuşağım için doğrudan budur çağrışım) hah işte İskender Doğan kanlı canlı hikayede ve epey de sağlam ve tumturaklı repliklerle karşımızda. Kara mizahın ötesinde literal olarak “kanlı-canlı” mizahın tuzaklarının hepsine düşüyorsunuz okurken. Aşksa aşk, gençlikse gençlik, entrikaysa entrika, kansa kan. Hatta ahkamsa ahkam kitapta yerli yerinde. Bu ahkam meselesini örneklemek istiyorum kitaptan bir alıntıyla. Sevgili Aziz gelecekten 20 yıl önceki geçmişine bir “şekil“ döndüğünde, dayanamıyor tabi. Ara ara ahkam kesiyor. Fakat karşısında bu kez fena halde hayatını mıncıklayan Abdül olduğu için neredeyse her seferinde ağaca tosluyor. Şu Abdül’ün ahkamlarından bir alıntı, pek sevdim ben:
“Herkesin kendi geliştirdiği, dünyayla başa çıkma yolları mevcuttur. Aslına bakarsanız, kafası pek fazla çalışmayan insanların, hele de bunu kendilerine itiraf edebilecek kadar cesur ve dürüstlerse, kendilerinden daha zeki insanlara karşı pek çok avantajlar geliştirebileceğini, çok yüksek ve önemli mevkilere geleceğini düşünebiliriz. Bir kere, diğerlerinden daha korkak olular ki, bu onları tetikte, hazırlıklı ve nihayetinde sinsi kılar. Güç kazanmış bir budala elbette kendisini o noktaya getiren statükoyu korumak ve güçlendirmek yoluna gidecektir. Gelenek insanların ahmak olduğunu varsayar, modernite ise sorumluluk sahibi zeki canlılar olduğunu. Bu yüzden kısa ve orta vadede hep gelenek kazanır.”
Bu ahkamı okurken Umberto Eco’nun “Sıfır Sayı”sındaki kaybedenler geldi aklıma. Diyordu ki orada:
Aziz’in başına gelenler de çok şey bilmek zorunda kaldığı bir zamanda olmasıydı belkide. Sonuçta kitap hakkında daha fazla yazıp, okuyacak olanların büyülü zamanını bozmak istemiyorum. Kan ve Gül, ayakta alkışlanacak, yazarının önünde saygıyla eğilmeyi gerektiren münevver bir kitap. İlla okuyun diyorum. Neşeniz de hayatınız da yerine gelsin.
Şimdi biraz da heyecanımın sebebi hakkında yazacağım. Yıllar önce (yaklaşık 6 yıl önce) eşimle birlikte Cihangir’e ilk taşındığımızda, alt kat komşumuz bizim için apartmanımızda bir hoşgeldin partisi vermişti. Çok güzel ve harika bir geceydi. Apartmandaki tüm komşular gelmiş, hepsiyle tek tek tanışmış ve rakılı-şaraplı harika bir gece geçirmiştik. O gece tanıştım sevgili komşum Alper Canıgüz’le. Benim reklam yazarı oluşum ve Alper’le ortak sektörel geçmişimiz sohbeti daha kolay kılmıştı. Ancak ben Alper’in cismini de ismini de sektörden ve edebiyat dünyasından bilmiyordum. Bunu da bir kaç kez dile getirdim. Gecenin ilerleyen saatlerinde, alkol duvarını da karşılıklı biraz aştıktan sonra aramızda en son şu diyalog geçmişti:
Alper: Ya Ayşe sen beni nasıl tanımazsın ya?
Ayşe: Ay Alper! Sen beni nasıl tanımıyorsan ben de seni öyle tanımıyorum.
Bu diyalog bizim aramızdaki derin mesafenin de başlangıcı oldu. Ondan sonraki komşular buluşmalarının hiçbirinde Alper’le rastlaşmadık. Zaman zaman apartmanda karşılaştığımızda da kısacık bir baş selamıyla yürüdük geçtik. Eşim Alper’e karşı içten bir samimiyetle sevgi besler, her gördüğünden sonra da, “bugün Alper’i gördüm, canı sıkkındı ya da neşesi yerindeydi ya da ayağını sakatlamış” gibi kısa haberler verirdi bana. Bir kaç yıl önce Alper’in bir kitabını alıp okumaya karar verdim. “Cehennem Çiçeği”ni. Dedim ki kendi kendime “ya Ayşe ayıp yahu bu kadar okuyan kadınsın, hiç mi merak etmiyorsun bu adamın yazdıklarını”. Ama olmadı. Oku(ya)madım. Öyle durdu kitap kütüphanede. Sonra Alper’İn editörlüğünü yaptığı, Afşin Kum’un muhteşem bilim kurgusu “Sıcak Kafa”yla başladım ufaktan okumaya.
Hani mevsim yeni açılmıştır, deniz daha ısınmamıştır. Suya girerken böyle yavaş yavaş, ısına ısına avucuna su alıp kollarını, omzunu ıslata ıslata girersin ya denize… Aynen o hesap ben de Alper Canıgüz’ün edebi alemine öyle girmeye çalışıyordum. Sonra bir gün işe giderken Sıraselviler Caddesi boyunca boy boy Alper’in yeni kitabı Kan ve Gül’ün afişlerini gördüm. Ne acayip bir duygudur dedim “yazdığın kitabın afişleri boy boy Taksim Meydanı’nda”. Bir kıskançlık, bir takdir, bir kıskançlık, bir gıpta. Duygular karışık. Sonrasında dayanamadım aldım kitabı. Okuyalım bakalım Alper Efendi neymiş ne yazmış dedim. Okudum.
Ben o kapının önünden bundan gayrı desturla geçerim arkadaş. Görürsem, yüzüm mü kızarır, hürmetle eğilir miyim, yoksa o anki ruh halimle “Naber Alper?” deyip merdivenlerden kıskanç kıskanç yürür müyüm bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki, jenerasyonumun böylesi iyi yazan eşsiz bir örneğiyle aynı çatı altında yaşamaktan mutluluk duyuyorum.
Alper Canıgüz’ün tüm kitaplarını aldım listeye.
Siz de okuyun.
Not: Yazının başlığını Lithium koyasım geldi ama çok ayıp olacaktı kendime. Kitabı okursanız anlarsınız siz beni.
Yorum Yapılmamış