
Birmingham Üniversitesi’nde bulunan parşömenler
Dün gece bir haber izledim TV’de. Öyle ‘destursuz’ çıktı karşıma, dayanılmaz üzüntümün ve içimde çığlık atan öfkemin arasına indi. İngiltere Birmingham Üniversitesi’nde en az 1370 yıllık olduğu düşünülen iki parşömen bulunmuş. Dünyanın en eski Kuran’ı deniyor. Hatta deniyor ki bu Kuran büyük ihtimalle peygamber sağken yazılmış, hatta daha da ileri gidilip yazan kişinin onu tanıyor bile olabileceği düşünülüyormuş.
Parşömenlerin bulunduğu kitap, yüz yıla yakın zamandır o üniversitenin kütüphanesindeymiş, ama farketmemişler. Sonra nasıl oluyorsa “bir doktora öğrencisi” parşömeni dikkatle incelemiş. Bak sen şu allahın işine… Üstelik Hicaz arapçasıyla yazılmış bu kuranın bugünkü kuranla neredeyse aynı olduğu anlaşılmış. Aa kuran hiç bozulmamış bak diyorlarmış. Haberin detayları için BBCTürkçe’nin haber linki burada. Meraklısı okusun.
Neyse ben haberi izledikten sonra üstüne durmadan 1 saat konuştum. Tabir yerindeyse “her şey bir gaz ve toz bulutuydu”dan başladım anlatmaya. Bir dolmuşum ki… Olmadı en iyisi ben yazayım dedim. İster “ateist hezeyanlar” deyin ister “işkilli büzük” deyin farketmiyor. Tamamen kişisel aklın, tamamen tek başına üretimi yazacaklarım. Kimseyi bağlamaz, kimseyi de etkilemeye falan çalışmıyorum. Gelelim diyeceklerime…
İnanma ihtiyacı, insanoğlunun belki de en ilkel dürtülerinden biri. Çok insana dair ve çok eski. Barınma, karnını doyurma ve sosyalleşme ile birlikte gelen inanma iç güdüsüyle insanoğlu bin yıllardır “inanç”lar var etmiş. Kendine “tanrı”lar yaratmış. Bunların en eskisi diye bilineni de hiç kuşkusuz “güneş”e olan inanç. Bilinen kaynaklar “Eski Mısır”ı işaret ediyor. Zaten ne olduysa da bu Eski Mısır’da olmuş.
Mutlaka evveliyatı vardır ama insanoğlunun “güneş”e inanması kadar doğal bir başka şey olamaz gibi geliyor. Parlak, sıcak, göz alıcı ama erişilemez. Alenen tanrısal ve alenen masum.
Bana göre çok tanrılı dinler dönemi neredeyse külliyen bu masumiyet ve inanma/inanç ihtiyacı üzerinde yaşanan, insanlığın en pırlanta zamanları sanki. Çok kısa kesiyor ve uzun uzun anlatmıyorum mevzuyu bozmamak için. Diyeceksiniz ki e hezeyan dedik okuyoruz hadi başlasana saçmalamaya… Peki.
Şimdi (yine bana göre) diyorum ki; insanoğlunda nüfus arttıkça ve hükmetmek/yönetmek giderek zorlaştıkça, o gri adamlar bir plan/program yaptılar. Çok ama çok zeki oldukları (dönemlerine göre) yadsınamaz. Bilinen/onaylanan ilk tek tanrılı din “yahudilik” sonra “hristiyanlık” sonra da “müslümanlık”. Bu üçleme özetinde ilerleyeceğim. Aralara derelere, tarikatlara marikatlara girmeyeceğim. Sonuçta “dinler” tarihi yazmaya çalışmıyorum.
Eski Mısır’da Firavun ve efradı -ki malumunuz Musa da bu çevrede kurgulanmış bir karakterdir- “yahu bu insanlar bir sürü tanrıya, inanca dağılıp duruyor, bunları bir araya toplamak lazım, dur bir kurgu yapalım, böylece daha rahat hükmederiz” diye hikayeyi yazdılar. Hikayeyi yazarken de elbette; ilk ve en güçlü inanç olan “güneş”le ilgili kavramları ve sembolleri yerleştirdiler. Tabii takımyıldızları, zodyak, ay, dolunay ve pek çok sembol-kavram hikayeye giydirildi. İlk ilham kaynağı da M.Ö. 3000 yıllarına kadar izi sürülebilen Eski Mısır’ın Güneş Tanrısı Horus oldu. Zeitgeist filminin ilk 20 dakikasını üşenmeyip izleyin. Burada uzun uzun yazamayacağım. Ama ne olur izleyin. Benim anlattığımdan çok daha anlaşılır ve tane tane anlatıyor.
Neyse bu gri abiler hikayeyi yazdılar. “En iyisi bu kitle bir tek tanrıya inansın ve biz daha kolay kontrol edelim” dediler. Öyle de oldu. Hasır sepet içinde nehre bırakılma hikayesi hakikaten etkileyici. Denizi ortadan ikiye bölme falan da epey çarpıcı şimdi kabul edelim.
Ancak hikayede eksikler vardı ve Roma İmparatorluğu ve nüfus da işin içine girince yetmez hale geldi. İletişim geliştikçe hikaye iyice bozulmaya ve eskimeye başladı. Peşine de Tolkien’in deyişiyle dünyanın en çok satan fantastik edebiyatı İncil hikayesi yazıldı. Karakter efsaneydi. Yine aynı coğrafyada kurgulandı. İlkinin eksikleri giderildi. Şahane ve etkileyici sembolleri oldu.
Ancak insanoğlu o kadar hızlı büyüyor, gelişiyor ve ilerliyordu ki… Ayrıca muhakkak ki güç sahipleri arasında çıkan fikir ayrılıkları da vardı. Sonuçta 600 küsür yıl sonra yeni ve çok daha etkili bir hikayeye ihtiyaç duyuldu. Bu kez insanların biraz daha ilgisini çekebilecek, daha çabuk yayılması sağlanacak bir tüccar karakteri seçildi. Daha olgun bir karakter. Ve son hikaye yazıldı.
Peki diyeceksiniz ki, bu dinlere inananlar, gerçekten tüm saflıklarıyla ibadet edip huzur bulan insanlar, salak mı? Tabii ki değil. Elbette hangi insan istemez sakinliği, mutluluğu ve huzuru. Dinler de onlara huzur, sakinlik ve mutluluk vermek üzere kurgulandılar işte. Üstelik “tek tanrı” formasyonuyla masumiyeti tamamen bozulan “inanç” bireysel kavramı yerini “din” adı verilen toplumsal bir harekete bıraktı. İnsanlar “din afyonuyla” güdülürken işler daha da rahat yürütülüyordu.
İnsanoğlu’nun yaradılış gereği özünün “doğa” ve “iyi” olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden o zamanlarda ve bu zamanlarda yaşayan çoğu masum insan, sadece “iyi” oldukları için bir “din”e mensuplar.
Ama bu büyük bir tembellik de aynı zamanda. İşin kolayı. Bir “din”e inanıp, zora-dara düştüğünde “allah, tanrı” her neyse ona atmak topu, yaşamak için kolayına kaçmak gibi geliyor bana. Geçenlerde yazmıştım yine yazıyorum. “İnanmadan ve sahip olmadan yaşamayı deneyin. Göt istiyor” diye.
Neyse bu abiler nesiller-kuşaklar boyu hikayeleri yayıp büyüterek hükmettiler ve hükmetmeye de devam ediyorlar. Ancak işin tadı kaçmaya başladı. Eskiden bir başka tanrıya ya da tanrılara inananları bir şekilde bir başka “kalıba/dine” sokabiliyorlardı. Ama şimdi “inanmayanlar” var. Benim gibi “ateist” tahmin ettiğinizden çok ama çok fazla.
Hatta Amerika ve Avrupa’da bir kaç kuşak sonra ateist nüfusta inanılmaz bir artış yaşanacağı muhakkak. Bu da işi tehlikeye sokuyor. İşte yazının başında bahsettiğim haber de bana “hikaye”nin yeni kurgularından, parçalarından biri gibi geliyor. Bir panik var çünkü. Din bitiyor diye. Son kale de müslümanlık. Artık hristiyanlık ya da yahudilik adına koparılan yaygaralar biraz “light” kalmaya başladı.
Fakat (bana göre yine) bunlar son çırpınışlar. Bu iş bitiyor. Gün geçtikçe daha çok insan bir “tanrı” olmadığının farkına varıyor. Richard Dawkins’in dediği gibi bizim “din”den sonrasını konuşuyor olmamız lazım insanlık olarak. Bu da şahane bir belgesel serisidir vaktiniz olursa izleyin illa.
“inanmak” ya da “inanç” insanoğlunun doğasından olan duygular, kavramlar. Mutlaka inanırsınız. Ben “kendime” inanıyorum mesela. Kendi yaşamıma inanıyorum. Belki bir başkası da “internet”e inanıyordur ki bana göre bu değişimi başlatan ve hızlandıran da “internet” ve iletişimdir.
Bu sayede yazıyor, anlatıyor, paylaşıyor, dinliyoruz öyle değil mi?
Bu karanlık zamanlar geçecek ve bitecek. “Din” ortadan kalktığında ya da iyice sembolikleştiğinde insanlık daha da güzel günler görecek. Yaşam sürecek buralarda ya da başka uzaylarda. Umut var.